Türkiye Futbol Federasyonu Tam Saha Dergisinde Nihat Özten’e Beşiktaş’ın Portekizli yıldız futbolcusu Hugo Almeida açıklamalarda bulundu.
Porto, Werder Bremen ve Portekiz Milli Takımı’ndaki performansıyla dünyanın yakından tanıdığı önemli santrforlardan biri. Ancak golcülüğünün patlama yaptığı takım Beşiktaş oldu. Özellikle bu sezondaki performansıyla kariyerinin en bereketli günlerini yaşıyor. Rakip savunmaları bezdiren fizik gücü, bir kanat oyuncusu gibi top taşıma özelliği ve son vuruş becerileriyle Süper Lig’in gol kralı adayı olan Portekizli, futbol serüvenini TamSaha’ya anlattı.
Öncelikle röportaja seni ve aileni tanıyarak başlayalım.
Portekiz’in tam ortasında diyebileceğimiz bir yer olan Figueira da Foz’da doğdum. Ailemin tek çocuğuyum. Annem bir süpermarkette, babamsa bir kâğıt fabrikasında çalıyordu. Normal diyebileceğim bir çocukluğum oldu.
Ailende futbolla ilgilenen birileri var mıydı?
Babam zamanında amatör olarak futbol oynamış. Ben de ilk başta basketbol oynadım ve atletizmle biraz ilgilendim. Babam bir gün bana “Futbol seçmeleri var, katılmak ister misin?” diye sordu. Ben de deneyebileceğimi söyledim ve seçmelere girdim. Orada kabiliyetimin olduğunu gördüler ve böylece futbola başladım.
Futbola başladığında kaç yaşındaydın? İlk başladığın dönemde de şimdiki gibi santrfor muydun?
Futbola başladığımda 6 yaşındaydım. İlk başladığım dönemde sol açık oynuyordum. Sonrasında uzun boylu olduğum için altyapılarda 1-2 yıl stoper olarak oynadım ama ondan sonra santrfor oynadım ve hep santrfor olarak kaldım.
Naval Maio, Porto ve Uniao Leiria takımlarındaki dönemi biraz anlatır mısın?
Aslında futbola ilk başta doğduğum şehrin takımı olan Grupo Desportivo de Buarcos’ta başladım. Oradan Naval Maio’ya ve 14-15 yaşlarında da Porto’ya transfer oldum. Porto’da kaldığım 3 yıl boyunca her sezonun ilk yarılarını Porto’da, ikinci yarılarını ise Portekiz 1. Ligi’nin önemli takımları olan Uniao Leiria ve Boavista’da kiralık olarak oynadım. O dönemde çok gençtim ve oynamak istiyordum. Bir yandan da Porto beni tamamen bırakmak istemiyordu. Sonuç olarak Porto’da kaldığım 3 yıllık sürenin 1.5 yılını kiralık olarak başka takımlarda, 1.5 yılını da Porto’da oynayarak geçirdim.
Porto kariyerindeki ilk golünü futbola başladığın Naval’a attığını biliyoruz. O gol hakkında ne söylemek istersin?
O durum sonuçta her futbolcunun başına gelebilecek bir olay. Ben de o golü attıktan sonra bir futbolcu olarak içimde bir sevinç yaşamıştım ama elbette bir burukluk da vardı. O yüzden bir sevinç gösterisinde bulunmamıştım. Sonuçta bir zamanlar orada iyi günlerim geçmişti, para kazanmıştım. Ama futbolda gerçek olan tek şey bugündür. Çalıştığınız, size sahip çıkan ve bütünü ile imkânlarını sunan kulüptür asıl olan. Sonuçta hayat devam ediyor.
Porto’da 3 yıl boyunca kiralık olarak gidip geldikten sonra yurtdışı transferi yaparak Almanya’nın Werder Bremen takımına kiralık gittin. Werder Bremen’e kiralık gidişini ve sonrasında bonservisinin alınma sürecini bize anlatır mısın?
Aslında kiralık giderken ilk başta opsiyonlu bir sözleşme imzaladım. Eğer istedikleri şartlar yerine gelirse kontratım otomatik olarak Werder Bremen’e geçecekti. Yani beni satış opsiyonlu olarak kiralamışlardı. Kiralık oynadığım dönemde benden memnun kalınca da kalmamı istediler ve sözleşmedeki opsiyon hakkını kullanarak takımda kalmamı sağladılar. O dönemde 21 yaşında genç bir oyuncuydum ve Werder Bremen’de kaldığım süre içerisinde çok şey öğrendim. Orada çalıştığım insanlar çok profesyonel, işine sadık kişilerdi ve bana da çok yardımcı oldular. Oradaki zamanım çok hızlı geçti. O ara ilk çocuğum dünyaya geldi. Benim için hem gençlik çağları hem de hayata yeni yeni adım attığım dönemler olduğu için çok özel günlerdi.
2006-2010 arasında Bundesliga’nın önemli takımlarından birinde oynadın. Almanya’da geçirdiğin dönemin kariyerinin gelişimine ne gibi etkileri olduğunu düşünüyorsun?
Dediğim gibi o dönemde çok gençtim. İlk zamanlarda genç olmanın heyecanı vardı ama sonra heyecan yavaş yavaş geçince daha iyi adapte olmaya başladım. Almanya ile Portekiz arasında hemen her şey birbirinden farklıydı. Değişik bir kültür, değişik bir futbol anlayışı, saha içinde ve dışında büyük farklılıklar vardı. Alman futbolunda fizik güç çok daha ön plana çıkıyordu. Antrenmanları dayanıklılık üzerine yapıyorduk. Portekiz’de daha çok topla, taktik antrenmanlar yaparken, Almanya’da ağırlıklı olarak fizik güç üzerine antrenmanlar yapıyorduk. Bu da benim için büyük bir değişiklikti. Genç yaşta bu etapları geçmek benim için çok büyük bir futbol ve hayat dersi oldu. Bir santrforun fizik gücünü sahaya nasıl yansıtması gerektiğini Almanya’da öğrendim diyebilirim. Werder Bremen’de oynadığım dönemdeki hocam Thomas Schaaf’a da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Kendisi bana her zaman inandı ve güvendi. Bana yaptığı katkılardan dolayı da buradan kendisine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
Beşiktaş’ın teklifini kabul etmende hangi etkenlerin katkısı oldu? Buraya gelmeden önce Türkiye ve Türk futbolu hakkında neler düşünüyordun? Sonrasında bu düşüncelerinde ne gibi değişimler oldu?
Tabii ki Türkiye’den ilk teklif geldiğinde o zamana kadar sadece Portekiz ve Almanya’da oynamış bir insanın kafasında soru işaretleri beliriyor. İlk başta, “Olur mu? Nasıl olur?” gibi düşünceler vardı. Ama kulübün beni ısrarla istiyor olması, benim Beşiktaş’ta büyük işler gerçekleştireceğime inanmaları gelmem konusunda etkili oldu. Buraya geldikten sonra da zaten tesislerdeki kaliteyi, çalışmaları ve oluşturulan ortamı gördükten sonra ilk baştaki tereddütlerim ortadan kalktı. Dışarıdan insanlar tabii ki değişik düşünceler içinde olabilir ama Türkiye’de iyi oyuncular ve takımlardan oluşan çok gelişmiş bir lig var. Mücadele üst düzeyde ve bence Avrupa’daki liglerden geri kalır hiçbir yanı yok.
Portekiz ile Türkiye arasında insan yapısı ve hayat tarzları arasında ne gibi farklılıklar var?
Aslına baktığınızda dünyada çok büyük farklılıklar yok. Portekizliyim, uzun zamandır da Türkiye’de yaşıyorum. Bu süre zarfında Türk insanını tanıma fırsatım oldu. Yakın arkadaşlarım da oldu. Dünyanın neresine giderseniz gidin; ister İngiltere’ye, ister Almanya’ya, insanlar hayatlarını sürdürmek için çalışıyor. Sosyal hayatları üç aşağı-beş yukarı yaptıkları işe göre değişiyor. Sadece Türk insanının Portekizlilere göre biraz daha çalışkan olduğunu söyleyebilirim. Bildiğiniz gibi Avrupa’da son dönemde krizler oldu ve bu krizler insanların hayatlarını çok etkiledi. Ama insanların günlük iş hayatları bir bakıma sosyal hayatları oluyor. Portekiz’de de Türkiye’de de insanlar çalışıyor ve çalıştıkları çevrelere göre sosyal hayatları var. Bana genel olarak biraz monoton ve renksiz geliyor. Her yerde hayat aynı tempoda devam ediyor. Portekiz ve Türkiye’yi karşılaştırdığımda en büyük farkın din olduğunu söyleyebilirim. İş ve sosyal hayatların benzerliği dışında iki ülke arasındaki fark din. Birinde Hıristiyanlık, birinde ise Müslümanlığın sosyal yaşantıdaki etkileri farklılık gösteriyor.
Peki yaşadığı ülkenin sosyal sorunlarını biliyor ve onlarla ilgileniyor musun? Bir yabancı da olsan yaşadığın ülkede bir takım olaylar gelişiyor. Ayrıca Beşiktaş taraftarının futbolun dışındaki sosyal hayatı futbola taşıdığı yönünde bir algı var. Taraftarın bu konuda ön plana çıkması futbolcuları etkiliyor mu?
Aslında sosyal sorunlar dünyanın her yerinde yaşanıyor. Bir Portekizli olarak Almanya’da da oynadım. Dışarıdan baktığımda bu sorunları çok normal görüyorum. Biz de Portekiz’de bir çok sorun yaşıyoruz. Her geçen gün hayat şartları biraz daha zorlaşıyor. Devletlerin yaptığı bazı şeyler, bazı vatandaşların hoşuna gitmiyor ve protestolar oluyor. Her gün zamlar geliyor, kazanılan ücretler her geçen gün aşağıya doğru çekiliyor. Bunlar her yerde olan şeyler asılında. Bence bunları saha içine taşımak futbol seyircisine yakışan şeyler değil. Futbol seyircisi her zaman futbolun içinde kalmalı. Stadyum içinde bütün ilgi odağı futbol olmalı. Taraftarlar ve futbolcular sadece futbola konsantre olmalı. O insanlar oraya futbol izlemek için gelmiş, futbolcular profesyonel olarak yaşıyor ve hayatlarını bu işten kazanıyor. İnsanların politik görüşleri, düşünceleri farklı olabilir. Herkes istediği şeyi de düşünebilir ve onun peşinden koşabilir. Ama bunun tamamen futbolun dışında kalması, iki şeyin birbirine karıştırılmaması gerekiyor.
Beşiktaş’taki 3.5 yıllık kariyerinin en verimli dönemini yaşıyorsun. Galatasaray ve Kasımpaşa maçlarında attığın goller de geçerli olmamasına rağmen gol krallığı yarışında ilk sıralarda yer alıyorsun. Geçmiş sezonlara oranla bu sezonki başarını neye bağlıyorsun?
Hayat diyebiliriz, futbol diyebiliriz. İşler zaman zaman yolunda gider, zaman zaman da gitmez. Bu sezon bu kadar başarılı olmamın nedeni olarak takımı gösterebilirim. Yani benim başarım takım arkadaşlarımın yardımlaşması ve bütünlüğüdür. Sonuçta ne kadar çok pas gelirse bir santrforun gol atması o kadar kolay oluyor. Ama şu dönemde gerçekten çok mutluyum. En iyi ve mutlu sezonlarımdan birini yaşıyorum. Bana duyulan güven de ayriyeten beni öne doğru itiyor. İnsan desteklendiği zaman çok fazla çalışmak ve kendini göstermek istiyor.
Birlikte oynamaktan en çok keyif aldığın oyuncular kimler?
Sadece benim için değil, herkes için geçerli olan bir durum var. Birbirini tanıyan oyuncular her zaman birbirini daha iyi tamamlar. Sizi tanıyan oyuncularla oynamak çok daha kolaydır. Ne zaman nereye koşu yapacağınızı, ne zaman nerede olacağınızı bilirsiniz. Öyle özel bir isim yok. Takımdaki tüm arkadaşlarla oynamaktan keyif alıyorum.
Daha öncesinde Simao, Quaresma gibi Portekiz Millî Takımı’ndan arkadaşlarınla birlikte oynadığın dönemde bugünkü kadar başarılı değildin. Ama şimdi Gökhan Töre, Olcay, Oğuzhan gibi oyuncularla birlikte daha verimlisin. Bunun hakkında ne dersin?
Her oyuncu, özellikle hücum oyuncuları büyük oyuncularla oynamak ister. Ama sizin dediğiniz gibi biz burada ünlü oyuncularla oynadığımız zaman işler bu kadar iyi gitmedi. Şu anda da çok yetenekli ve genç oyuncularla beraber oynuyoruz. Takım olarak birbirimizi tamamlıyoruz. Belki de en büyük avantajımız bu. Örneğin Gökhan Töre çok yetenekli ve büyük bir potansiyeli var. İlerleyen yıllarda belki de Türk futbolu için önemli bir yıldız olacak.
Spor Toto Süper Lig’de kendi mevkiinde oynayan hücum oyuncularından kimleri, hangi özelliklerinden dolayı beğeniyorsun?
Biraz önce dediğim gibi Süper Lig’de çok iyi oyuncular ve bunların arasında çok da başarılı ve tecrübeli hücum oyuncuları var. Bu oyuncular kendi takımlarına da büyük katkılar yapıyor. Ama ben burada isim söylemeden, biraz bencil olmak istiyorum. Benim için en iyisi bizim takımımızda olan hücum oyuncuları. Çünkü o iyi diyeceğimiz oyuncuları buraya getirip ikili üçlü kombinasyonlar yapamayacaksak, en iyisi bizim elimizde olan oyunculardır.
Türkiye’de seni zorlayan bir defans oyuncusu var mı?
Böyle bir oyuncu yok.
Werder Bremen’de oynadığı dönemdeki hocan Thomas Schaaf’ın sana önemli katkılar yaptığını söylemiştin. Peki onun dışında çalıştığın teknik direktörler arasında seni etkileyen ve futboluna katkı yaptığını düşündüğü isimler var mı?
Aslında her çalıştığınız teknik direktör size bir şeyler öğretiyor. Ancak gençlik dönemlerinde çalıştığınız teknik direktörler biraz daha kalıcı izler bırakabiliyor. Mourinho olsun, Schaaf olsun benim gençlik dönemime denk geldiği için daha derin izler bıraktılar. Ama dediğim gibi her çalıştığımız teknik direktörden bir şeyler öğreniyoruz.
Peki Bilic’in sence takıma ne gibi katkıları oldu? Bilic’in Beşiktaş’ta çalıştığın diğer teknik adamlardan ne farkı var?
Bilic, her hoca gibi kendi fikirleri, çalışma düzeni ve sistemi olan bir teknik direktör. Aslında bir çok teknik direktörle çalıştığımız için bir zaman sonra bu tarz değişikliklerine alışıyoruz. Her yeni gelen teknik direktör kendi sistemini, kendi çalışma düzenini, kendi metotlarını uygulamak ister. Bilic de bu bakımdan pek farklı değil. Yakın zamana kadar futbol oynamış, yakın zamanda bırakmış sayılır. Bu yüzden futbolcunun dilinden iyi anlıyor. Biz de takım olarak onun metotlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Şu ana kadar da her şey yolunda gidiyor. Umarım bundan sonra da böyle devam eder.
Portekiz, Almanya ve Türkiye liglerini yakından tanıyorsun. Sence bu üç ligin birbirinden farkları nelerdir?
Futbol aslında kültür gibi, dil gibi ülkeler arasında farklılık gösteriyor. İnsanlar farklı kültürler ürettiği, farklı diller konuştuğu gibi futbol da ülkeler arasında değişiklik gösteriyor. Bu bazı ülkelerde fizik gücün, bazı ülkelerde teknik oyunun ön planda olması gibi bazı ülkelerde de tempolu ve temposuz futbol olarak kendini gösteriyor. Alman ligini çok beğeniyorum, bence çok iyi bir lig. İngiltere liginden sonra dünyanın en iyi ikinci ligi olduğunu söyleyebilirim. Türkiye ligi de sürekli gelişmekte olan bir lig. Zaten belli bir düzeye geldi ve gelişmeye de devam ediyor.
Sahaya yansıyan oyunun dışında bu üç ülkedeki futbolcu-medya, futbolcu-taraftar ve futbolcu-yönetici ilişkileri arasında ne gibi farklılıklar görüyorsun?
Medya-futbolcu ilişkisinin her ülkede aynı olduğunu söyleyebiliriz. Kötü ya da iyi bir şey söylenmesi gerektiğinde ilk söyleyen onlar oluyor. Yönetimle futbolcu arasındaki ilişkilere gelince, Türkiye ve Portekiz’e nazaran Almanya’da daha şeffaf yönetici profilleri var. Daha çok özen gösteriyorlar. Taraftar olarak baktığımızda ise tabii ki Almanlar da futboldan haz ediyorlar, Portekizliler de çok seviyor ama en ateşli taraftarlar Türkiye’de.
Dünya Kupası’nda Almanya, ABD ve Gana ile aynı grupta yer alıyorsunuz. Gruptaki ve şampiyonadaki şansınızı nasıl değerlendiriyorsun?
Çok zor bir gruba düştük. İlk maçımızı Almanya gibi şampiyon olma ihtimali yüksek bir takımla oynayacağız. Ülke olarak şu an tek düşüncemiz gruptan çıkabilmek. Gruptan çıkmamız bizim için bir başarı olacaktır. Ondan sonrasında her şey şampiyonluğa kadar doğal olarak gelişebilir. Kendi açımdan baktığımda ise şu an için orada olabilmek adına her zaman olduğu gibi elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Dünya Kupası kadrosunda yer alır mıyım, yer alırsam ilk 11 oynar mıyım, yedek mi otururum, bunların hepsi teknik direktörün bileceği işler. Açıkçası çok fazla düşünüp kafa yormuyorum. Teknik direktörümüz en iyisini düşünecek ve uygulayacaktır.
Hugo Almeida: ‘Fizik gücümü Almanya'ya borçluyum'